16 Eylül 2012 Pazar

Post #14


SOBA

Bu hikayeyi aktarmamı Aydın önerdi, iyi ki de önermiş, sayesinde ben de aşama aşama fotolarını çekip, bir antikayı yaşama kavuşturma sürecini belgelemiş olacam kısmetse. Daha sonuna gelmeye epey var ama şöyle başladı hikaye.

Suzi Üsküdar Antikacılar Çarşısında kapılar bulmuş. Bir ay kadar önce kalktık gittik beraber. O bir kapıyı yatakbaşı olarak beyenmiş, araya iki adet daha köy kapısı kattık, oda ve banyo için, motorla gitmiştik, kaparo bırakıp döndük. Bir hafta sonra kamyonetle kapıları almaya gittim. Park yeri ararken iki kere önünden geçtiğim bir dükkanda gözüme bir soba ilişti. Arabayı park edip kapıcıya giderken kaşındım, uğradım. Soba diğer gördüklerime göre bayağı ebatlı, habire odun atmak gerekmez. Bitik olmakla beraber üzeri mavi-lacivert bir emaye kaplı, gövdesinde bolca figür olan, dökmedemir bir şaheser. Ön kapağındaki pencereler sayesinde, şömine gibi seyredilesi birşey. Biraz sağını solunu karıştırdım, 1919 yapımı. Önünde Fonderies Nestor Martin yazıyor, üst kapak altında da bir kimlik şilti var, yapım senesini ve numarasını Fransız’ca yazmış. 



Dükkan sahibinin sobanın ne olduğuna dair hiçbir fikri yok, ‘güzel parça abi, bi mimar çok istedi, ama gelmedi, kaçırma’ türü satış geyiği yapıyor. Neyse allem kallem, söylediğinin üçte iki fiyatına alıp kamyonete taşıdık dört kişi. Ağır meret

Alara okursa, bu aşamada ‘baba ya, bi  uzattın gene, kamyonetten indiriş hikayesini de anlatacan mı!’ gibi bir reaksiyon verir.

Zamanında şımartmıyacaktın veledi!

Ama uzatacam, güzel hikaye.

Sobayı kulübede kullanmak üzere aldık. Nasıl tamir edeceğimizi öğrenecez ki yapalım. Başladık ufak tefek araştırmaya.

Nestor Martin 190 senelik bir dökümhane. Couvin isimli bir Belçika kasabasında kurulu. Sahibi Mr. Martin tonla adama iş sağladığı gibi, işçilerin çocukları okusun diye okul yapmış, çok seviliyor o zamanlar. O kadar ki, 30 sene evel mirasçılar fabrikayı sattıklarında, kasaba ayaklanıyor n’oluyoruz diye. Valla haksız değiller, firmaya email yolladım, nerdeyse 100 senelik bir sobalarını bulduğumu, tamir edip kullanacağımı, çizim, foto, bişeyle yardımcı olup olamıyacaklarını sordum, 3 gün sonra ‘o senelere ait belge yok elimizde’ cevabı geldi, hafif ‘daha neler’ tadında. Bu arada firma hala gayet aktif ve başarılı, çok modern odun ve gaz sobaları üretiyorlar. Biraz ciks ama iyi mallar belli.

Neyse, ben sobayı dağattım. 35 parçaya filan ayrıldı. Tabi hepsini ayırana kadar göbeğim çatladı, Turan Usta’da oksijen kaynağıyla ısıtmaktan, bir kutu WD 40’a, tüm cıvata somunların pasları söküldü, birçoğu da sökülmedi, kırıldı. Problem yok, Turan Usta halleder.

Bu arada, bu sökme işlemi sırasında sobanın cidarları arasından 1935 senesinin Milliyet gazetesi parçaları çıktı. Zaman makinası gibi meret.





Turan Usta’nın komik bir hikayesi var, Alara vazgeçip Facebook’a geçmiştir nasılsa, biz onu da aktaralım arada. Bu adam 10 senedir filan 3 tekerlekli motorsiklet üretiyor, 10 senedir de TSE belgesi almaya uğraşıyor ki seri üretime geçsin. Ayrıca demir ve aluminyumla yapmadığı off-road ekipmanı kalmamış bir demir ustası. Almanya’da, yanılmıyorsam VW fabrikasında yıllarca foreman’lik tecrübesi var.

Seneler evel, bu 3 tekerli motorsiklet daha yapım aşamasındayken, şasenin üzerinde plastik iskemle, arkada VW motor, Atatürk Oto Sanayi’nin bir kapısından Maslağa çıkıp, diğerinden girerek motoru, şanzımanı deniyor. Bir ara fazla gazlamış, ön teker havada birkaç metre gidip, oturtmuş yere tekrar motoru, durmuş kırmızı ışıkta. Karşı Üniversitenin kapısında duran Renault 12'den polis megafonla bağarıyor; ‘sakat, sakaaat, kendine gel!'. 3 teker ya, belden aşağıyı poşet zannediyor tecrübeli Türk polisi. Her hatırladığımda gülerim. Aşağılamaya bak!

Ben antika sobadan anlamam. Turan Usta’ya, n’apacaz bunu dedim, bizimki hem sobayı sevdi, hem eski malı adam etmeye bayılır, gözleri parladı, hallederiz dedi. Sobayı kamyonetten indirmeden bir alay bağlantı yerini kaynakla ısıttı, yarısını söktü, hadi git şimdi biraz çalış dedi, yolladı beni garaja. Taktım eldivenleri, tüm parçaları söküp, fırçayla ön temizliklerini yaptım. Kırıklar 3 sokak ötede döküm kaynağı yapan bir ustada puntalandı ki, parçaları orijinal halinde birleştirip yeniden döktürelim. Sonra da Turan'ın ortağı Hakan’la birlikte İkitelli Dökümcüler Sitesi’ne gidip, kumlama ve döküm işlerini yaptırttık. İlk defa bu sanayiyi görüyorum, çok ağır, sağlıksız bir iş. Sabahtan akşama demir tozu soluyorlar. Çalışanlarına kolay gele.





Bunlar kumlama sonrası fotolar. Paslar temizlenince tüm çatlak-kırık ortaya çıktı, işaretlendi, 3-5 parça tekrar kaynağa gitti, onlar da tamir edildi. 



 

Arada Unkapanı’na gidilip, ön kapağa yanmaz mica parçaları, tüm diğer birleşimlerin arasına da, amyantın alternatifi, seramik bazlı fitiller alındı. Sobayla oynadıkça işi sevmeye başladım. Adamlar 100 küsür sene evelinin mühendisliğiyle, içerde sıcak havayı uzun süre tutacak bölmeler, aralarında da havayolu egzostları oluşturmuşlar. Bakalım biz bunları adam edip, düzgün çalışır hale getirebilecez mi. Daha sonra da emaye işi var ki, şimdilik hala soru işareti. Henüz yaptıracak yeri bulamadık.

Aşama kaydettikçe aktaracaz.

Post #13


PAKET


Geçen hafta Çarşamba gidip Cuma döndüm. Hem son 4-5 gündür neler yapıldığını görmek, hem de Julien’in yokluğunda yapılacak işleri programlamak için (oğlanın Fransa’da bir vergi işi çıktı, Perşembe-Salı yok). Çatının büyük kısmı tyvek’le kaplanmış. Bu membran acaip kaygan bir mal. 10 derecelik bir meyilde dahi üzerinde durmak imkansız. Çatının uç noktalarında çalışmak için elimizdeki halattan bir emniyet kemeri oluşturup, diğer kanattan bir mahyayaya bağlanarak membranı kiremitaltı tahtalarına zımbaladık.

Julien’in gidişiyle, bana tavanarası üçgeni ve yanındaki dar alanı yapmak kaldı. Arazinin eğiminden dolayı o bölgede çatının yerden yüksekliği 7-8 metreyi buluyor. Belde uyduruk bir halat, tırsıyor insan. Bir daha bu işi yapmaya kalksam, mutlaka dağcıların kullandığı bir ‘İsveç oturağı’ takarım.












Şansımıza Eylül’ün ilk yarısı yağmursuz geçti. Yoksa işimiz daha da aksardı. Muhtar Burhan tarlaları ve cevizlerine yağmur istiyor, ben tersini, sonunda bir çizgi çektik, bizden tarafa gelince bulutun yön degiştirmesi konusunda anlaştık. Derken Cumartesi bizim bölgeye sıkı yağmur geleceğini bildirdi Osman. Sözümona zeytinlerini sulamaya gitti ama her an yelken kaçamağı kolladığı için, gözü hep hava durumunda. Bu yazıyı Pazar yazıyorum, dün akşam köydekilerle konuştuğumda daha yağmamıştı. Dağlık bir bölge olduğundan, aşağıda yağıp yukarıya yağmadığı veya tam tersi olabiliyor. Yine de, Perşembe gününü, alet edevatı toparlamak, dek, zemin, tavan tahtalarını evin altı veya içine almak ve evi naylonlarla paketlemekle geçirdik. 





 

Bugüne kadar şansımızı çok zorladık, bugün olmazsa yarın gelecek elbet bu yağmurlar. Evin içi şimdi sağlamda. Dış duvarları yapmak için kuru havayı kollamamız lazım, ama içerde de yapılacak tonla iş var.

İç duvarlar girişdekiler gibi yapılacak. Girişte ve salon-oda-wc ayırımlarında yer kazanmak için balya kullanmadık, duvarları 10 cm kalınlığında tutarak badadi sıva yapıyoruz. İzolasyon için kullanılan malzeme yine aynı, killi toprak, saman, kireç karışımı. Ayrıca oda ve tuvaletin tavanları ve tavanarasının tabanı ve izolasyonu da, dış duvarlar öncesi bitirilecek.




Ahmet usta Julien gelene kadar tüm bu işlerin tahtalarının lamba-zıvanasını açma ve giriş bölümünün dış duvarına kabuk tahtalarını çakma işini bitirecek. Julien'den de, 20 Eylül’e tüm duvar konstrüksiyonunun, ve kapı pencere aralıklarının bitmiş olacağı, 7 Ekim’e de, tüm iç-dış duvarların ve sıvalarının bitmiş olacağı sözünü aldık. Ve kendisini uğurladık Fransa’ya. Başlarken evi Ağustos sonu teslim edeceği sözünü almıştık, ‘tavanarası odası ekledin, birbuçuk ay attı’ savunmasıyla bugünlere geldik, bakalım bu seferki söz nekadar tutulabilecek.

Yağmurdu, rüzgardı derken balya dizimi ve sıva işi nasılolsa birkaç hafta atar. Su ve elektrik tesisatını yap, sobayı kur, iki eşya at, Kasım’da oturursak ne ala.


9 Eylül 2012 Pazar

Post #12


Bu hafta Cuma sabah 5’de Şevket ustayla buluşup, Tekirdağ’da yaptığı restorana uğrayıp, ordan da köye geldik. Hem evi görmek istedi, hem de yapacağı kapı-pencerenin ölçülerini doğruladı. Çatı neredeyse bitmiş. Giriş kapatılmışBirkaç noktada tavanda elektrik istedim, onun yer tespiti için kiremitaltı tahtalarını bitirmeden beni beklemişler, önümüzdeki hafta içi duvarlara başlarız.




























































Bu toprak-saman karışımı izolasyonun, tavan tahtalarında bir müddet sonra oluşacak açılmalar sonucu toz olarak kafamıza yağma ihtimaline son anda uyandım, bunların altına da bir kat tyvek serdik (Dupont’un çıkarttığı bir malzeme, kağıt gibi bir mambran, nefes alıp, su geçirmiyor). Aynı malzeme kiremit altı tahtaların üzerine de tekrar serilecek, böylece çatıda iki kat su izolasyonumuz olacak, umarım hem sağlam hem temiz bir iş yaptık.

Şevket usta az kaldı gitti, biz de eksik ısmarlanmış tahtaların yerine kesilip Boztaş’daki bıçkıda bekleyen tahtaları almaya gittik. Kamyonetle iki seferde İğneada’daki Barış’ın atölyesine taşındılar, planya ve kalınlıktan geçirilip, geri taşındılar. Tabi tüm tahtaları bir seferde ısmarlayamamış olmamızdan ötürü, bu seferkilerin kalınlıkları ilk posta yaptırdıklarımızdan 2 mm daha ince çıktılar. Bıçkıcı Selami bu sefer bıçağı 3 milim geriden bağladığından, zemine döşenecek tahtanın yarısı 2 cm, yarısı 1,8 cm kalınlığında. Ahmet usta biraz uğraşacak işin ayarıyla. Aman çatısını duvarını kapayalım da, gerisi olur nasılsa diyoruz. Tek seferde iş halletme konusundaki beklentiyi bir basamak düşürdük bir müddettir.





Bu arada, bir fırsatta Ahmet ustaya tavandaki tahtaların dörttebirini sötürüp, yeniden çaktırttım. Mükemmelliyetçi niyet ve nedenlerle tabi. N’apayım, yamuk duruyorlardı. Fotoda ‘hem çektir hem çek mnkym!’ ifadesiyle çıkmış olmakla birlikte, Ahmet usta sağolsun hemen başladı tahtaları çıkartıp yeniden dizmeye.

















Bu haftasonu ziyareti kısa sürdü. Sonbahar başlangıcı renklerini çekip aktarmayı umarak gitmiştik, kötü bir haberle apar topar İstanbul’a döndük. Kemal’in cenazesi çok kalabalıktı. Alkışlarla uğurladık. Mezarlığa kadar belki de 100 motor eşlik etti, bir sürü de araba. Mezarının başı da neredeyse cenaze töreni kadar kalabalıktı. Uzun süre yanında kaldık. Oğlu Mert canavar gibiydi. Camiden mezarlığa gülümsedi hep, aynı Kemal’in gülümsemesi. Zeynep, sürekli kızı Mine’yi teskin etmeye çalıştı, arada mezar başında Kemal’in kız arkadaşı Özlem’in omuzuna elini attı, ona güç vermeye çalıştı, sonra bir ara boş kaldı, dayadı başını Kemal’in başında duran tahtaya, bir müddet bıraktı kendini. Güzel uğurlandı Kemal. Yaşarken bir ara ölümü geçirmiştir aklından mutlaka o da, hangimiz geçirmiyoruz ki. Eminim hoşuna gideceği şekilde uğurlanmıştır. Sonra kalktık hemen yakındaki Dağ Restoran’a gittik. Çoğu motor, atv, off-road azgınlığından sonra çamur içinde karın doyurduğumuz, bir alay ortak anı, kahkaha mekanı. Dodo biraz fazla kalabalık içinde, biraz fazla yüksek sesle attı fikri ortaya, restoranda da 50-60 kişiydik. Masa tüm üst platform kadar uzadı, yetmedi L oldu.

İki köfte yedim, biraz Memo'yla lafladık, sonra kalktım. Uzun anlattım, bu blogu okuyacak 3-5 kişinin nerdeyse tümü hem Kemal, hem Zeynep’in çok eskilerden arkadaşı. Aralarında İstanbul dışında olup, cenazeye gelememişler var bildiğim, onlar için yazdım.

İyi haftalar.

4 Eylül 2012 Salı

Post #11


HA GAYRET

Bu haftasonu gittiğimde üst odanın çıkıntısı hariç (bunun bir adı olmalı, bulacam bi ara), çatının geri kalanının neredeyse bitmiş haliyle karşılaştım. Görüntü etkileyici.












Yeşilce’de olabildiğimiz 2,5 gün içinde  epey karmaşık açılarda ağaç birleşimleri gerçekleştirildi ve tavanarası odası da çatıya eklendi. Bu odanın tavanını bir üçgen prizma oluşturuyor. Bu prizmanın zemine paralel giden üst mahyasını kesip yerine oturtmak daha bir basitti (3 kişi, yerden 2,5 metrede, 80-100 kg’lık mahyayı, 30’ar cm aralıklı 5’e 10’lar üzerinde cambazlık yaparak yerine yerleştirmeyi sıradan sayarsak).





Sabri yüksekten pek hoşlanmıyor, aşağıdan ağaçları uzatmakta yardımcı oluyor, yukarda  Aydın çok becerikli, Julien zaten akrobat, ben de az maymun sayılmam, çok zorlanmadık.




Sıra prizmanın yan mahyalarına gelince durum değişti. Üç mahyanın birleştiği noktada 3 boyutlu bir bilmeceyle karşılaştık. Böyle bir birleşimin açılarını hesaplayıp, ahşabı gönye kesmede bir seferde çıkartmanın bir yolu vardır kesin. Fekat, olsa da olmasa da, biz o hesabı bilemiyoruz. Netekim, bu iki mahya da evela kesilip, olmadı yine kesilip, az kaldı biraz daha traşlanıp, hayallah unutmuşuz zımparalanıp, 4’er-5’er kez bir aşağı, bir yukarı taşındı.












Bu faslı da bir günlük bir sürede bitirip, Pazar öğlen itibariyle çatının şeklini tümüyle ortaya çıkarttık.






Arada önce Aydın ve Richard, sonra da Richard ve Neşe inşaatı teftişe geldiler. Hepsi keyiflendiren, motive eden laflar etti, cesaret verdiler. Tabi Aydın Aydın olduğu için, tuvalet kapısıyla yatak odası kapısı arasındaki 3,5 mt’lik mesafeyi fazla buldu, yaşımı hatırlattı, üriner inkontinans imasında bulundu, kapıların yanyana yapılması talimatını verdi, gitti.

Herkes tabip değil, bilemiyenler için üriner inkontinans: "ilerleyen yaşla birlikte, mesane içinde oluşan yüksek hidrostatik basıncın mesane duvarını geri dönülemez şekilde bozması ve mesanenin hem depolama, hem de boşaltma görevini yapamaz hale gelmesi ve mesanenin aşırı aktivitesine bağlı sıkışma veya mesane kası zayıflığına bağlı taşma şeklinde idrar kaçırma durumu"


Biz çatı işiyle meşkulken, Ahmet usta da elimizdeki ikinci daire testereyi tahtaya ters olarak monte edip bir freze tezgahı yarattı, civarda hiçbir marangoza yaptıramadığımız lamba-zıvana açma işini bitirdi. 




Bu fasıl mühim, çünkü tavanda göreceğimiz tahtalar bu işlem yapıldıktan sonra mahyalara monte edilecek, üstleri su geçirmeyen ama nefes alan bir membranla kaplanacak, onun üzerine az toprak-bol saman karışımı izolasyon, üzerine kiremit altı tahtaları, sonra bir tane daha membran ve en üste de daha bulamadığım çingene kiremitleri gelecek. Ve tüm bunlar, şansımıza daha henüz başlamamış olan Eylül yağmurlarından evel yapılacak ki, zemindeki  üstü kapanmamış izolasyon ıslanıp, altındaki OSB’ler süngerleşip, sarkıp, bir hafta sonra evin tüm zeminini yeniden yapmak durumunda kalmayalım. ‘Julien, bu iş bitmeden yağmur yağarsa?’ diyorum, ‘iyi bir web sayfasından bakıyorum, şimdilik yağmur yok’ diyor. How very reassuring!

Neyse, şantiyede bol miktarda naylon var. Yağmur yağsa da muhtemelen gündüz herkes şantiyedeyken yağar, pıt diye örtüverirler kulübeyi. Allah muhafaza gece yağarsa da yetişemezler, ıslanıverir inşaat. Yenilemesi alt tarafı birkaç hafta sürer, mevcut OSB’ler sökülür, İstanbul’dan yeni OSB’ler gelir, nakliyesi maldan fazla tutar, mühim değil, inşaatı Arap şeyhi yapıyor, veriverir farkını.  

Böyle negatif düşüncelerden kurtulmanın bi yolu var Allahtan.

Birkaç ay evel bir fikirden ibaret olan hikayenin, fiilen çatıya kadar yükselmiş bir yapıya dönüştüğü idrak ediliyor bir an. Dönüp, yan köyün bıçkısında kesilmiş yamuk yumuk meşelerden ortaya çıkan ev iskeletine bakılıyor, gevşeniyor. Sık aralıklarla adamı çileden çıkartan çocuk ruhlu dağanık Julien’in yaptığı keyifli ahşap kurgusu başta olmak üzere, Ahmet ustanın tecrübesi, Aydın, Sabri ve Emrah’ın emeği, ortaya hoş bir ev çıkartıyor yavaş yavaş. Bunun yanısıra Muhtar Burhan’ın her derde çare bulma becerisi, Reyzan hanımın ev sahipliği, Sema’nın lezzetli eli, köy halkının yakınlığı, tüm bunlar da ekleniyor, aidiyat hissimiz pekişiyor her geçen gün.

İyi olacak inşallah.